Türkiye’de sinema 12 Eylül’den itibaren toplumsal ekseninden uzaklaşıp bambaşka bir yörüngeye girmiş ve 90‘lardan itibaren uzun planlarda gıcırdayan kapılar, merdivenlerden yuvarlanan toplar, birbirine uzun uzun, boş boş bakarak insanı sinemadan dışarı uğratacak kadar boğan karakterleriyle neredeyse İngmar Bergman tipi İskandinav bir sinemaya dönüşmüştü.
Oysa o yıllarda Finli Kaurismaki Kardeşler yörelerinden dolayı soğuk görünmekle birlikte son derece sıcak insan hikayeleri anlatmaya başlamışlardı bile İskandinavya’da.
Dogma’cılar ise Lars Von Trier ve Thomas Vinterberg başta olmak üzere gene aynı ortamda son derece deneysel filmler yapmakla birlikte toplumsal eksenden ayrılmamışlardı.
Son 30 yıldaki Türkiye sinemasının sanatsal ve popüler filmlerinin en temel ortak özelliği apolitik, anakronik, toplum ve tarih dışı olmalarıdır.
Ve sanırım bu konu bu kadar toplumsal alt-üst oluş yaşanan bir ülkede halen gerçek anlamda bir sinema okulu kaldıysa ders, tez ve doktora konusu olmalıdır. Eğer bu ülkede kalmadıysa dünyanın en önemli sinema okullarının bir ders konusu olmalıdır.
Türkiye’yi bu soğuk ve doğasına aykırı sinemadan çıkararak toplumsal alana yaklaştıran ilk denemeler bir ekol anlamında -beğenir ya da beğenmezsiniz ki, beğenenlerden değilim- Çağan Irmak’tan geldi.
Irmak, yeni sinema tekniklerini Yeşilçam’la birleştirdi.
İkinci deneme ise Berkun Oya ile oluyor kanaatimce, ki onun sinemasının da , hele Bir Başkadır ekseninde cok elestirilecek yeri var.. O da bu kez Yeşilçam’ı 12 Eylül sinemacılarının stilleriyle birleştiriyor.
İki yönetmen de kendi toplumsal/tarihsel köklerinden hikayeyi arıyor, AB şakşakçılığına gönül indirmeden, sinemalarından ödün vermeden, eklektizmi ve oryantalizmi birinci plana almadan. Bu çok kıymetli bir şey.
Bu iki yönetmenden ya da bir yenisinden gelecek üçüncü denemeyi heyecanla bekliyoruz.
Kendi adıma Selman Nacar’dan umutluyum.
Commenti